Lorenser
12-09-06, 12:43
Tüm insanlar özde, yani biyolojik olarak aynıdırlar. Tabiki fiziki görünüşleri yada imajları farklı olabilir. Hatta bazen bu imajlar itici de olabilir fakat bizler imajlarıyla insanları değerlendiririz. Bir bayan arkadaş, Antalya’da sahilde, yerli filimlerimizden gayet iyi tanıdığımız “tecavüzcü Çoşkun” olarak bilinen artistimizi görmüş, çekinmiş ondan. “-Neden çekindin?diye sorduğımda da. “-Bizde yarattığı kötü imajdan” demedi de, sadece “Abuk sabuk haraketler yapıyordu.”dedi. Kötü mötü, ama o imaj sayesinde sanatçımız kendine belli bir yer edinmiş türk sinemasında.
İmaj bizim için önemlidir. Bu bazen yanılmalara neden olabilir. Bir defasında bir sarışın erkek ve esmer bayan gördüm sahilde. Bir ahtopot tutmuşlar, sahilde inceliyorlardı. Kız üstsüzdü. “Herhalde üstsüz bir bayan türk değildir, adam da sarışın zaten, bunlar garanti yabancıdırlar.”diye düşünerek. İngilizce ahtopotu ne yapacaklarını sordum. Adam da baktı bana türkçe olarak yemeyi düşündüklerini söyledi. Apıştım kaldım tabiki.
Dış görünüş önemli desekte, unutmamız gereken bir şey var. Bizi asıl biz yapan yeteneklermizdir. Çok iyi yeteneğiniz var, ama bunu hiç bir yerde göstermiyorsunuz, çekiniyorsunuz, göstermeye cesaret edemiyorsunuz. O zaman hiçbirşeysiniz demektir. Düşünün şarkı söylemeyen bir Tarkan’ı. Sıradan bir insandan farkı kalmaz. Tarkan’ı Tarkan yapan şarkı söylemesidir, yani yeteneğidir. Yeteneklerimizi .keşfetmemiz, kullanmamız gerekiyor. Devamlı kendi kendimize “Beni mutlu eden eden şey nedir?” diye sormalıyız. Hangi işi yapmak bizi mutlu ediyorsa onu yapmalıyız. Zaten varsa içimizde gizli kalmış saklı bir yetenek çıkar ortaya zamanla. Bu bazılarımızda erken, bazılarımızda ise geç olabilir. Belki inanmayacaksınız ama Amedeus Mozart ilk senfonisini dört yaşında yazmış. Ünlü bilgin Einstein’in ise okulla arası hiç iyi olmamış. Einstein, öğretmenleri nazarında derslere ilgisiz ve tembel bir öğrenci imiş. Adamlar merak etmişler, daha sonra kendisine bu durumu sormuşlar “Öğrenmemi engelleyen tek şey aldığım eğitim olmuştur.”diye açıklamış. Belki doğru olabilir ama bence bahaneyi bulmuş. Eğitimi dış etken olarak görürsek, demek ki bu tür etkenler bizi baskılayıp, yeteneklerimizin açığa çıkmasına engel olabiliyor. O zaman içimizdeki yeteneklerin açığa cikmasi bize bağlı, yaşımıza bağlı olmadığını anlarız. Siz unutmayın, “Sevdiginiz isi yaptiginizda başarılı olursunuz.”
Sevdiğimiz iş içimizdeki yetenekleri açığa çıkarır dedik. Bazen bu durum tersde işleyebilir. Aklıma Sokrates’in bir sözü geliyor. Büyük üstadın bir tavsiyesi var insanlığa. “- Kesinlikle evlen! Karın iyiyse mutlu, kötüyse filozof olursun” Adamcağız demek ki o kadar meşhur filosof olmasına evdeki mutsuz yaşamına borçluymuş. Gerçi hep isteyerek, severek evleniriz ama daha sonra, isteyerek yaptığımız bu eylemin bizi mutsuz yapması olasıdır. Yani beklenmeyen durumda da demekki filosof olunup yaratıcı da olunabilinmektedir.
Evlilik deyince biraz da bundan bahsetmekte fayda var. Evlilik yolu, sevgi yolu demektir. Kolay değildir bu yoldan geçmek. Bu yol sarp ve zorludur. Sevgi ateşi içinize düştüğü zaman hem içinizi, hem dışınızı yakar. Bir de insanlar sevgiden huzur ve zevk beklerler. Yakan şeyin neresi huzur ve zevk verir ki? Mustafa Sandal bile “Kaç kere kırık hayallerin peşinden koştum, bak bana ben acının ta kendisiyim.”diyor. İnsanlar acı çekmek için mi seviyor? Bu sevdiğimiz zaman çekilen acıdan olsa gerek hep sevgiye karşı çıkarız. Biri dese ki “-Sen onu seviyorsun.” “-Yok abi ne ilgisi var.”deriz, yalan atarız. Sevmekden korkarız, sevdiğimiz söylemekden korktuğumuz gibi.
Sevmeye karşı koymaya çalışırız. Herşeye karşı koyma huyumuz içimizde hep vardır zaten. Şu sözleri ne kadar sık kullanırız. “Olmaz, yapılmaz, çirkin, yanlış, şanssızım, bana çıkmaz abi, bende şans olsaydı zaten, hep sorunlar, belalar beni bulur, hatta daha da ileriye gideriz ve erkekler ulan kadın olsaydım, kadınlarda ya erkek olmak varmış bu dünyada” diye cinsiyetlerimizden yakınırız. Düşünebiliyormusunuz, ne kadar hiçbirşeyi beğenmeyen ve memnuniyetsiz bir yaşamın içindeyiz? Bir doktor arkadaşım vardı. Oldukça da güzeldi. Bir karşı koyma yanımız olduğundan bahsetmiştik. Arkadaşım taktı imajına. Burnunun düzeltilmesi lazımmış. “Burnun gayet hoş, bir şey yok desekte” inanmıyor bize. Olumsuz bakıyor imajına. Tıp doktoru olduğu için, estetik cerrahi hocasına gitti. Adam tabiki Hipokrat yemimininden nasibini almamış. O yeminde hekimlerin diğer hekimlere, hatta hekimlerin çocuklarına bile kendi çocukları gibi bakılmasını, öyle davranılması öğütlenir, dinleyen kim. Hoca dolarla çalışıyor, arkadaşıma “Burnunu 2.000 USD dolara, hemde şu özel hastanede düzeltirim”dedi. Arkadaşım burnunu kafaya takmış ya, hoca 2000 değil 20.000 dese bile verecek parayı. Zaten hastane masrafları ile birlikte rakam 3.000 dolara yaklaşıyor. Hekim maaaşı da belli memlekette. Arkadaşım tasarruf yaptı, dişini sıktı ve bir yılda biriktirdi hocanın istediği parayı. Sonunda burnu yapıldı. Arkadaşım hayaline kavuştu. Burnu gayette güzel oldu. Arkadaşım olumsuz ya, bu seferde “İyi olmadı, hocaya tekrar gideceğim, o kadar para verdim, onunla kavga edeceğim.” demeye başladı. Allahdan gitme işini ileri bir tarihe erteledi de facianın önüne geçildi.
Neden herşeye karşı koyarız? Biliriz ki karşı koymamak risk almak demektir. Risk almak istemeyiz. Hayatta bir riskdir aslında. Mutlu olmak için risk almayı göze almalıyız. Bunu başkaları istediği için değil de, kendimiz için yapmalıyız. Suçu başkalarına atmak her zaman kolaydır. Mesela bir genç kız düşünün ki, mesleğini eline almış, ekonomik yönden bağımsız, yine de evlilik olayı için “-Ben de istiyorum evlenmeyi tabiki, ama evleneceğim damat adayına ailemin onay vermesi gerekiyor, onların görüp beğenmesi gerekiyor.”desin. Elinin körü dersiniz. “-Evlenecek olan anne ve baban mı?” diye sormazlar mı insana.
Anne baba dedim de, aklıma geldi. Yine bir doktor arkadaşım daha vardı. Karadeniz sahilinde güzel bir yerde çalışıyordu. Evi önden denizi, arkadan yemyeşil dağları görüyordu. Anne babası istediği için güneye tayin istedi. Çalıştığı yerin güzelliği anlatamadım. Ne dediysem, fayda etmedi, inat etti ve gitti. Güneyde köye benzer dağ kasabasına tayin oldu, sonra da geldiği yeri aramaya başladı. Neden? Çünkü başkalarının, ailesinin, anne babasının istekleri doğrultusunda karar vermişti. Sebebi basittir bunun, hep başkalarinin düşünceleri doğrultusunda yaşamayı öğrendik, hep başkalarına iyi görünebilmek için hayatımızı sürdürüyoruz. O nedenle asıl kendimizi yaşamıyoruz. Bundan korkuyoruz. Sevmekden korktuğumuz gibi , tek başımıza ayakta durmakdan bile korkuyoruz.
Bu yazdıklarımdan “anne baba, büyükler çevre” önemli değil demek istemiyorum. Onlar önemli ama kendi duygularımız da önemli. Onlar anlamıyorlarsa, biz anlatamıyorsak, onların uğruna yaptığımız fadakarlıkdan vazgeçip, onlara iyi görünmek için rol yaptığımız sahte imajdan kurtulmamız, yüzümüzün dışındaki maskeyi çıkarmamız gerekiyor. Kendi imajimizi ortaya cikarip, nasılsak öyle olmalıyız. Unutmamak lazım hayat baskalarinin degil, kendi hayatımızı yasadiginizda başlar. Yazının başında da dediğim gibi tüm insanlar sonuçda aynıdır, mutlu ve farklı olmak istiyorsanız, farklılığı asıl kendiniz olduğunuzda yaşarsınız. Etrafinizdakiler hiç değişmez, olanlar hep ayni kalır. O zaman siz değişin ancak öyle mutlu olursunuz.
Kaynak: Hurriyetim.com
İmaj bizim için önemlidir. Bu bazen yanılmalara neden olabilir. Bir defasında bir sarışın erkek ve esmer bayan gördüm sahilde. Bir ahtopot tutmuşlar, sahilde inceliyorlardı. Kız üstsüzdü. “Herhalde üstsüz bir bayan türk değildir, adam da sarışın zaten, bunlar garanti yabancıdırlar.”diye düşünerek. İngilizce ahtopotu ne yapacaklarını sordum. Adam da baktı bana türkçe olarak yemeyi düşündüklerini söyledi. Apıştım kaldım tabiki.
Dış görünüş önemli desekte, unutmamız gereken bir şey var. Bizi asıl biz yapan yeteneklermizdir. Çok iyi yeteneğiniz var, ama bunu hiç bir yerde göstermiyorsunuz, çekiniyorsunuz, göstermeye cesaret edemiyorsunuz. O zaman hiçbirşeysiniz demektir. Düşünün şarkı söylemeyen bir Tarkan’ı. Sıradan bir insandan farkı kalmaz. Tarkan’ı Tarkan yapan şarkı söylemesidir, yani yeteneğidir. Yeteneklerimizi .keşfetmemiz, kullanmamız gerekiyor. Devamlı kendi kendimize “Beni mutlu eden eden şey nedir?” diye sormalıyız. Hangi işi yapmak bizi mutlu ediyorsa onu yapmalıyız. Zaten varsa içimizde gizli kalmış saklı bir yetenek çıkar ortaya zamanla. Bu bazılarımızda erken, bazılarımızda ise geç olabilir. Belki inanmayacaksınız ama Amedeus Mozart ilk senfonisini dört yaşında yazmış. Ünlü bilgin Einstein’in ise okulla arası hiç iyi olmamış. Einstein, öğretmenleri nazarında derslere ilgisiz ve tembel bir öğrenci imiş. Adamlar merak etmişler, daha sonra kendisine bu durumu sormuşlar “Öğrenmemi engelleyen tek şey aldığım eğitim olmuştur.”diye açıklamış. Belki doğru olabilir ama bence bahaneyi bulmuş. Eğitimi dış etken olarak görürsek, demek ki bu tür etkenler bizi baskılayıp, yeteneklerimizin açığa çıkmasına engel olabiliyor. O zaman içimizdeki yeteneklerin açığa cikmasi bize bağlı, yaşımıza bağlı olmadığını anlarız. Siz unutmayın, “Sevdiginiz isi yaptiginizda başarılı olursunuz.”
Sevdiğimiz iş içimizdeki yetenekleri açığa çıkarır dedik. Bazen bu durum tersde işleyebilir. Aklıma Sokrates’in bir sözü geliyor. Büyük üstadın bir tavsiyesi var insanlığa. “- Kesinlikle evlen! Karın iyiyse mutlu, kötüyse filozof olursun” Adamcağız demek ki o kadar meşhur filosof olmasına evdeki mutsuz yaşamına borçluymuş. Gerçi hep isteyerek, severek evleniriz ama daha sonra, isteyerek yaptığımız bu eylemin bizi mutsuz yapması olasıdır. Yani beklenmeyen durumda da demekki filosof olunup yaratıcı da olunabilinmektedir.
Evlilik deyince biraz da bundan bahsetmekte fayda var. Evlilik yolu, sevgi yolu demektir. Kolay değildir bu yoldan geçmek. Bu yol sarp ve zorludur. Sevgi ateşi içinize düştüğü zaman hem içinizi, hem dışınızı yakar. Bir de insanlar sevgiden huzur ve zevk beklerler. Yakan şeyin neresi huzur ve zevk verir ki? Mustafa Sandal bile “Kaç kere kırık hayallerin peşinden koştum, bak bana ben acının ta kendisiyim.”diyor. İnsanlar acı çekmek için mi seviyor? Bu sevdiğimiz zaman çekilen acıdan olsa gerek hep sevgiye karşı çıkarız. Biri dese ki “-Sen onu seviyorsun.” “-Yok abi ne ilgisi var.”deriz, yalan atarız. Sevmekden korkarız, sevdiğimiz söylemekden korktuğumuz gibi.
Sevmeye karşı koymaya çalışırız. Herşeye karşı koyma huyumuz içimizde hep vardır zaten. Şu sözleri ne kadar sık kullanırız. “Olmaz, yapılmaz, çirkin, yanlış, şanssızım, bana çıkmaz abi, bende şans olsaydı zaten, hep sorunlar, belalar beni bulur, hatta daha da ileriye gideriz ve erkekler ulan kadın olsaydım, kadınlarda ya erkek olmak varmış bu dünyada” diye cinsiyetlerimizden yakınırız. Düşünebiliyormusunuz, ne kadar hiçbirşeyi beğenmeyen ve memnuniyetsiz bir yaşamın içindeyiz? Bir doktor arkadaşım vardı. Oldukça da güzeldi. Bir karşı koyma yanımız olduğundan bahsetmiştik. Arkadaşım taktı imajına. Burnunun düzeltilmesi lazımmış. “Burnun gayet hoş, bir şey yok desekte” inanmıyor bize. Olumsuz bakıyor imajına. Tıp doktoru olduğu için, estetik cerrahi hocasına gitti. Adam tabiki Hipokrat yemimininden nasibini almamış. O yeminde hekimlerin diğer hekimlere, hatta hekimlerin çocuklarına bile kendi çocukları gibi bakılmasını, öyle davranılması öğütlenir, dinleyen kim. Hoca dolarla çalışıyor, arkadaşıma “Burnunu 2.000 USD dolara, hemde şu özel hastanede düzeltirim”dedi. Arkadaşım burnunu kafaya takmış ya, hoca 2000 değil 20.000 dese bile verecek parayı. Zaten hastane masrafları ile birlikte rakam 3.000 dolara yaklaşıyor. Hekim maaaşı da belli memlekette. Arkadaşım tasarruf yaptı, dişini sıktı ve bir yılda biriktirdi hocanın istediği parayı. Sonunda burnu yapıldı. Arkadaşım hayaline kavuştu. Burnu gayette güzel oldu. Arkadaşım olumsuz ya, bu seferde “İyi olmadı, hocaya tekrar gideceğim, o kadar para verdim, onunla kavga edeceğim.” demeye başladı. Allahdan gitme işini ileri bir tarihe erteledi de facianın önüne geçildi.
Neden herşeye karşı koyarız? Biliriz ki karşı koymamak risk almak demektir. Risk almak istemeyiz. Hayatta bir riskdir aslında. Mutlu olmak için risk almayı göze almalıyız. Bunu başkaları istediği için değil de, kendimiz için yapmalıyız. Suçu başkalarına atmak her zaman kolaydır. Mesela bir genç kız düşünün ki, mesleğini eline almış, ekonomik yönden bağımsız, yine de evlilik olayı için “-Ben de istiyorum evlenmeyi tabiki, ama evleneceğim damat adayına ailemin onay vermesi gerekiyor, onların görüp beğenmesi gerekiyor.”desin. Elinin körü dersiniz. “-Evlenecek olan anne ve baban mı?” diye sormazlar mı insana.
Anne baba dedim de, aklıma geldi. Yine bir doktor arkadaşım daha vardı. Karadeniz sahilinde güzel bir yerde çalışıyordu. Evi önden denizi, arkadan yemyeşil dağları görüyordu. Anne babası istediği için güneye tayin istedi. Çalıştığı yerin güzelliği anlatamadım. Ne dediysem, fayda etmedi, inat etti ve gitti. Güneyde köye benzer dağ kasabasına tayin oldu, sonra da geldiği yeri aramaya başladı. Neden? Çünkü başkalarının, ailesinin, anne babasının istekleri doğrultusunda karar vermişti. Sebebi basittir bunun, hep başkalarinin düşünceleri doğrultusunda yaşamayı öğrendik, hep başkalarına iyi görünebilmek için hayatımızı sürdürüyoruz. O nedenle asıl kendimizi yaşamıyoruz. Bundan korkuyoruz. Sevmekden korktuğumuz gibi , tek başımıza ayakta durmakdan bile korkuyoruz.
Bu yazdıklarımdan “anne baba, büyükler çevre” önemli değil demek istemiyorum. Onlar önemli ama kendi duygularımız da önemli. Onlar anlamıyorlarsa, biz anlatamıyorsak, onların uğruna yaptığımız fadakarlıkdan vazgeçip, onlara iyi görünmek için rol yaptığımız sahte imajdan kurtulmamız, yüzümüzün dışındaki maskeyi çıkarmamız gerekiyor. Kendi imajimizi ortaya cikarip, nasılsak öyle olmalıyız. Unutmamak lazım hayat baskalarinin degil, kendi hayatımızı yasadiginizda başlar. Yazının başında da dediğim gibi tüm insanlar sonuçda aynıdır, mutlu ve farklı olmak istiyorsanız, farklılığı asıl kendiniz olduğunuzda yaşarsınız. Etrafinizdakiler hiç değişmez, olanlar hep ayni kalır. O zaman siz değişin ancak öyle mutlu olursunuz.
Kaynak: Hurriyetim.com